MEHMET ÖZBAYRAKTAR
Benden öncesi, daha doğrusu babam Mehmet Özbayraktar’ın öncesi için malesef kısıtlı bilgi var. Zaten bu blog’daki hatıra mahiyetindeki yayınların amacı da geçmişimize dair kayıtları yazıya dökmek. En azından benim erişebildiklerimden başlayarak. Babamın hayat mücadelesini anlatırken Cumhuriyetin ilk yıllarından yaşam ve insan manzaraları da vermeyi amaçlıyorum.
Aslında bu bölüm babamın hikayesi, zaman zaman benim ve annemin de katıldığı paragraflar olsa da genelde babamı anlatan bir sınırı korumaya gayret ettim. Bazı hikayelerin ayrıntıları ya da tamamlayıcıları annemin ve benim hikayelerimizi anlatacağım yayınlarda yer alacak.
Önce babam, ve onun öncesinden birkaç bilgi kırıntısı.
BABAM, MEHMET ÖZBAYRAKTAR (1925-2016)
Babam 1925 de Niksar’da doğmuş. Ama biraz onun öncesinden söz etmek gerek.
NİKSAR’IN 1900 LARIN BAŞLARINDAKİ SAVAŞLARDAN ETKİLENMESİ
Niksar’ın tarihçesi Türklerin Anadoluya ilk gelişlerinden de öncesine uzanıyor. Danişmend’lerin önde gelen şehirlerinden, 1200 lerden gelen kayıtlara ulaşılabiliyor.
Niksar Osmanlı Rus Savaşından, Çanakkale ve Kurtuluş savaşından çok etkilenmiş. Her ailede bu savaşlara katılıp dönmemiş -pek dönen olmamış zaten- gençlerin hikayeleri var.
Rus, Çanakkale ve Kurtuluş savaşları sırasında Niksar’da erkek kalmamıştı. Bunların öncesinde akrabalardan Yemen’e gidip dönmeyenler de vardı. “Onbeşliler gidiyor, kızların gözü yaşlı” türküsünün kaynağı budur.
Doğum kayıtlarına güvenilmediğinden gençlerin henüz yaşı küçük olanlarını da görünüm ve cüsselerine bakarak askere almışlar. 1920 lere gelindiğinde Niksar’da sadece çocuklar, hastalar yaşlı erkekler kalmış durumda imiş.
Şimdi şaşırdığımız 10 çocuklu aileler, çok genç kızlarla evlenen yaşını almış adamlar, dul kalan kadınların ailenin bir başka erkeği ile evlendirilmesi bir zorunluluğun sonucu olarak yaygın imiş.
Bu arada belirtmeliyim ki, 1940 lara kadar sağlık hizmetlerinin yetersizliği nedeniyle bebek ve çocuk ölüm oranları %40 larda imiş. (Prof Dr Turgut Özeke, Anılar içinde Niksar)
BABAMIN ÖNCESİ
Dedem Nazif Özbayraktar (1903-1960), Belediye Zabıtası, Köy Katibi ve Tahsildar olarak at sırtında köy köy gezen bir devlet memuru imiş. O devirde okuma yazma bilen nadir insanlardan olduğu anlaşılıyor.
Geriye doğru gidersek; Nazif Dedemin babası Mehmet Bayraktaroğlu (1861-1917) Jandarma Çavuş imiş. Onun da babası Recep, anası Şerife imiş. Bayraktaroğlu’nun soyadı değil lakap olduğunu anlıyorum. Sonradan Özbayraktar olarak soyadına dönüşmüş. Niksar’da benim çocukluğum, yani 1960 lı yıllarda ailelerin lakapları kullanılır durumdaydı. Şu anda dahi birinden söz ederken “… gillerden falanca” diyerek konuşuluyor.
Bayraktaroğlu’nun yanı sıra Nazif Dede’den itibaren evimizin bulunduğu arazideki Çanakçı çayından dolayı “Çaylılar” lakabı ile anılır olmuşlar. Bize komşu aileler de “Topçuoğulları” ile “Alaybeyoğulları” imiş.
Seferberlik zamanlarında -ki pek de eksik olmadığı anlaşılıyor- çevre köylerden gelen yeni askerler önce burada toplanıp ağırlanır, yedirilir içirilir kayıtları yapılırmış. “Bayraktar” lakabı da böyle zamanlarda buraya asılan bayraktan gelmiş.
Mehmet Bayraktaroğlu’nun, yani babamın dedesinin eşi Sündüs hanım imiş. (1874-1954) Nazif ile birlikte Şükriye, Ayşe, Salim ve Bekir adlarında 5 çocukları olmuş.
Kardeşlerden Şükriye’nin Cemile, Münevver, Mediha, Memduha adlarında dört kızı olmuş.
Diğer kardeş Bekir, Rus savaşında Sarıkamış Cephesine (1914-1915) sevkedilmiş. Arada askerden kaçıp gelmiş. Bu yolculuk başlı başına bir macera olmalı ama detayları maalesef elimde yok. Ama babası, yani büyük dedem Mehmet Bayraktaroğlu onu tekrar orduya teslim etmiş, tekrar cepheye gönderilmiş. Bir daha da dönmemiş.
Salim, Emine Hanım (1901-1934) ile evlenmiş. Emine Hanım o dönemin saygın kişilerinden Hacı Ahmet Karahan’ın (1863-1935) kızı imiş. Salim, evlendiği gün kaybolan sığırlarını aramak üzere akşam vakti damat elbiseleri ile atına atlayıp dağa bayıra çıkmış. Gerdeğe giremeden eşkiyaların saldırısına uğrayıp öldürülmüş. O dönemlerde (1900 lerin başları) sürmekte olan Rus savaşında cepheden kaçan askerlerin yakalanıp geriye gönderilme korkusundan evlerine dönmeyip silahlarıyla birlikte dağlarda yuvalanıp eşkiyalık yapmaları çok yaygın bir durum imiş. Akşam vakti üzerinde şık kıyafetlerle araziye çıkmak tedbirsizlik olmuş.
Ortada kalan yeni gelin Emine’yi babası Hacı Ahmet geri kabul etmemiş. Onun üzerine henüz 21 yaşındaki Nazif dedemiz ile evlendirmişler (1924).
Nazif ile 23 yaşında iken evlenen Emine hatun 4 çocuk doğurduktan sonra, beşincisini doğururken bebek ters gelmiş. Tokat’a götürülürken yolda kan kaybından ölmüş. Öldüğünde 33 yaşında imiş. O sırada en büyük çocuk olan babam 9 yaşında imiş. Babamdan sonra sırası ile Bekir (1928-2006), Saliha (1930-1999) ve Kadir (1933-1988) doğmuş. Sekiz yılda 4 çocuk, arada ölenler de olmuş mu bilmiyoruz ama, maşallah hiç hız kesmemişler. Annesinin son doğumu sırasındaki ölümüne tanık olan babam bunun travmasını hayatı boyunca atlatamamıştı.
Emine Hanımın vefatından sonra dedem Hayriye hanım ile evlenmiş. Ondan da 6 çocuğu olmuş. Toplamda on çocuk oldu, son iki çocuğu en büyük torunundan, yani benden de küçük. Bu altı çocuk da Nurten (1936- ), Gülser (1942-1987), Nursel (1946-2000), Abdullah (1949-2006) , Ahmet (1954-2008) ve Aydın (1956- ).
Soldaki fotoda arkada soldan sağa Saliha, Nurten, Kadir. Orta sırada sol baştaki Nazif dedemin annesi Sündüs (1874-1954), sonra sağa doğru bebek Abdullah, Hayriye babaanne, Nazif ve orada bulunmayan iki çocuğun fotosu, önde Gülser ve Nursel.
Hayriye babaannem dayanıklı çıktı, 2005 e kadar sağlıklı uzun bir ömür sürdü. Nur içinde yatsın, kendine çok iyi bakardı. Yemesine içmesine özen gösterir hiç bir şeyi de dert etmezdi. Çocukların büyük olanı küçüğüne bakar büyütürdü. Yani 10 çocuk da nasıl yetiştirilir ki diye merak edenler olursa diye…
BABAMIN ÇOCUKLUĞU
Babam ilk okulu Niksar’da okuyup bitirmiş. Bunun 3 yılı sadece 3 dersliği olan Camii Kebir İlkokulunda, 2 yılı da Gazi Ahmet Danişmend İlkokulunda.
Gazi Ahmet Danişmend, Alparslan ile birlikte Malazgirt de savaşarak Anadoluya gelip bu bölgede yani Tokat, Niksar, Sivas, Amasya ve Çorumu kapsayıp Kayseri ve Kırşehire kadar uzanan bir alanda Danişmend Devletini kuran bey imiş. Bir ihtimal, bizim köklerimizin de Türkmen’lerden geldiğini düşünebiliriz. Aydın amcam kuzenlerden birisinin soyumuzun izini Osmanlı kayıtlarından 400 yıl geriye kadar sürebildiğini, ve en eski dedemizin mezarına ulaşabildiğini söyledi. Bu konuda daha fazla bilgi edinebilirsem yazacağım. Ama bunun için bir Niksar ziyareti yapmam gerekecek.
Babamın çocukluğunda Niksar’ın nüfusu 4000 civarındaymış.
Babam ilk okuldan sonra kunduracı ve terzi çıraklığı yapmaya başlamış, Niksar’ın önde gelen bir terzisinin yanında.
1930 LARDA NİKSAR’DA MESLEK EDİNMEK
O zamanlar hazır giyim diye birşey söz konusu olmadığından gerek kundura gerekse elbiseler ölçüye göre yaptırılıyor ya da diktiriliyormuş. (“muş” dedim ama benim daha sonra anlatacağım bunun 30 yıl sonrası çocukluğumda da durum çok farklı değildi.)
Niksar’ın Arasta olarak anılan çarşısı özellikle kundura imalatı yapan esnafın dükkanlarının bulunduğu bir yer. Buradan çevre ilçe ve illere de kundura yapılıp gönderilirmiş. Bu nedenle kunduracılık ve terzilik önemli meslekler. Niksar’da dericilik de var.
O zamanlar, meslek sahibi olmak için Meslek Lisesi (bu da zaten Cumhuriyet öncesinde yok) ya da Üniversite’ye erişme şansınız yok ise -ki Niksar için durum bu- başka yol bilinmiyor. Çocuklar ya bağda bahçede, tarlalarda çalışır, ya da şanslı iseler çırak olup bir zenaat edinirler. O zamanki “altın bilezik” bu işte. Bir de askerliğini yaptın mı, artık makbul adamsın.
BABAMIN TERZİLİĞİ
Babamın bu terzilik işi iki yıl kadar sürmüş, ilerletip ustasının gözde adamı olmuş, hatta ustası dükkanı ona bırakmayı planladığını söylüyormuş.
Babam solaktı, bu da sağ el kullananlara göre yapılmış olan aletlerin, özellikle de makasların kullanımında güçlük yaratıyordu. Dikiş makinalarının yönü de sağlaklara göredir. Bu durumun tetiklemesi ile sağ elini de kullanmaya başlayarak sonunda her iki elini de aynı rahatlıkla kullanır oldu. Yazı yazarken sağ elini, iş yaparken sol elini kullanırdı.
Babam bu terzilik hünerini, 1970 lere, hazır giyim yaygınlaşıncaya kadar bizim giysilerimizi dikerek kullandı.
DEVLETİN EĞİTİM ATAĞI
1920 lerde 8-10 milyonluk fukara ülkede okuma yazma oranı %5, bunun da çoğunluğu gayrimüslim kesimden. Bu noktada, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki eğitim atağının işaretlerini görmeye başlıyoruz. Niksar’lı gençler açısından bu hamlenin hissedilmesi 1930 lar oluyor. Devlet büyük şehirlerden başlayarak meslek liseleri açıp, gazete ilanları ile gençleri parasız yatılı (Bunun için benim çocukluğumda dahi kullanılan terim “leyli meccani” idi.) okullarda eğitime çağırıyor. Bir yandan da asker ocağı, askere alınanların okuma yazma öğrendiği bir okul olarak da görev yapıyor.
Babam, Niksar’a büyük yıkım getiren büyük Erzincan depreminden sonra, 1941 de Erzurum’da açılan İnşaat Meslek Lisesi’ne başvurarak Niksardan 10 genç ile birlikte kabul görüyor. Babam bu bölüme pek rağbet olmadığını anlatırdı. Niksar’dan Erzurum’a gitmek bile ciddi bir yolculuk, ama ustasından izin alarak gitmiş.
BABAM ERZURUM’A VE ANKARA’YA MESLEK LİSESİNE GİDİYOR
Bu on gençten 6 sı havlu atarak geri dönmüş, babam devam etmiş.
Bu okul 1944’e kadar yani 3 yıl sürüyor.
Bunun sonunda babam tekrar parasız yatılı sınavlarına girerek bu defa Ankara’da iki yıl süren İnşaat Ustalığı meslek okuluna gitmiş. Bu da iki yıl sürüyor. Babam bu sırada okulda bulduğu bir dikiş makinası ile diğer öğrencilere elbise dikmeye ve bu şekilde para kazanmaya da başlamış. Bu paraları Niksar’daki kardeşlerine gönderirmiş.
BABAM ISTANBUL YILDIZ TEKNİK OKULUNDA
Son olarak da devlet burslu yatılı sınavlarına girerek kazanmış ve bu defa da Istanbul Yıldız Teknik’e girmiş. Aslında buraya mühendislik diploması almak için gelmiş ama trigonometriden kalınca yatılı hakkını kaybetme tehlikesi ortaya çıkmış. Bunu aşabilmek için teknikerlik diploması için devam etmiş.
3 yıl süren bu son okul parasız değil ama çalışmaya başladıktan sonra geri ödenmek üzere burslu. Babamın 1949 da bitirdiği bu okulun burslarının son 4-5 taksitini 25 yıl sonra 1974 de çalışmaya başladığımda ben ödedim, bu “babamı okuttum” espirisi için yaptığım sembolik bir eylem idi.
OKUL BİTİYOR BABAMIN ÇALIŞMA HAYATI
Babam Yıldız’da okulu bitirmesine rağmen kalacak başka bir yeri ve işi olmadığından okulun yatakhanesinden ayrılamadığını anlatırdı. İş için 6 ay görev yeri ve tayin beklemiş.
Yaz döneminde okulun misafirhane ve yatakhanelerine artık yeni dönem öğrencilerin yerleşmesi gerek, babamın da yerini boşaltması gerekiyor ama bir türlü olmuyor. Okul müdürü onu çağırıp sıkıntısını dinlemiş, ona o zamanki Arı Şirketinde bir iş ayarlamış.
Arı Şirketindeki ilk görüşmesinde sınamak için ondan bir maliyet hesap çalışması -keşif ya da hakediş olmalı- yapmasını istemişler. Bunu başarınca işe kabul edilmiş ve şirkete ait demiryolu şantiyesinde çalışmak üzere Ereğli’ye göndermişler. Babam Ereğli’ye giderken yanına kardeşi Kadir’i de almış.
Babam Arı Şirketi’nde Muş’taki demiryolu şantiyelerinde de çalıştığını anlatırdı. Bu hat 1955 de açılan 108 km lik Genç-Muş hattı olmalı. O zamanki koşullarda demiryolu inşaatları ağırlıklı olarak kazma kürek, bilek gücü ile yürütülen zorlu bir iş imiş. Bol bol dinamit de kullanılıyormuş. Tünel açmak son derece güç olduğundan güzergahlar uzuyor, demiryolu dağlar tepeler arasından kıvrıla kıvrıla gitmek zorunda kalıyormuş.
Gene de bir eskavatörleri var, o zamanlar için sıra dışı bir güç.
Bu arada bir not daha: O devirde demiryollarında çekici aracın buharlı lokomotif olması yeni bir bilgi olmayabilir. Fakat 1957 de Maltepe’de evimizin önündeki sokağı -Beşevler sokak- yaparken buharlı bir silindir kullandıklarını da not etmek isterim. 150-200 metrelik sokağın mıcır kaplamasının yapılıp sıkıştırılması haftalar sürmüştü. Evin penceresinden çuf çuf çalışan silindiri seyretmek bir eğlence olmuştu benim için.
Bu Arı Şirketinin şimdiki Arı Şirketler Grubu ile bir alakası olup olmadığını öğrenemedim.
CUMHURİYET DÖNEMİ DEMİRYOLU İNŞAATLARI
Babamın demiryolu şantiyelerinde çalışmış olduğunu yukarıda söylemiştim. O nedenle “bizden önce hiç demiryolu yapılmadı” lafı bana küfür gibi geliyor. O demiryollarının ne koşullar altında yapıldığını anca o yıllarda ülkenin içinde bulunduğu durum ile birlikte değerlendirilebilir.
Ama, çorbada tuzum olsun dedim, ilk cumhuriyet yıllarında ülkeye kazandırılan demiryolları hakkında bir not hazırladım. Burayı tıklayarak ulaşabilirsiniz.
BABAM EVLENİYOR
Babam, Arı Şirketi’nde işe başladıktan 1 yıl sonra, annem Nezaket ile nişanlanıyor ve 1951 de evleniyorlar.
Babam ile annemi buluşturan gelişmelerden de kısaca söz etmezsem hikaye eksik kalır.
Annemin babası Niksarın ileri gelenlerinden “Patoğlu” lakaplı Abdullah bey. Herengah (Hanegah) mahallesinde bir evleri vardı. Annemin öz kardeşleri Şeref Nurettin ve Şevket de benim dayılarım oluyor.
Niksar gibi herkesin herkesi tanıdığı bir yerde babamlarla fazladan bir de akrabalık ilişkileri var. Yukarılarda sözünü ettiğim babamın üvey annesi, yani babaannem Hayriye, Şevket dayımın üvey kızı oluyor.
Şöyle olmuş; Annemin yukarıda saydığım Şeref, Nurettin ve Şevket’den başka Kadir adında bir erkek kardeşi daha varmış. Kadir evlenmiş ve bir kızı olmuş, Hayriye. Fakat Kadir askere alınarak Yemen’e gönderilmiş, geri dönmemiş. Ortada kalan dul eşini de Şevket’e nikahlamışlar. Dolayısı ile Hayriye de başlangıçta yeğeni iken, şimdi Şevket’in üvey kızı olmuş.
Sonuçta annem yaşça küçük de olsa babaannemin halası imiş. Biraz karışık olduysa dert etmeyin, ben de bu ilişkiyi ancak bu yaşta öğrenip çözebildim. Benim de benden daha küçük iki amcam olduğunu düşünürsek. Bu hikayeye Annemi anlatırken tekrar döneceğim, şimdilik bu kadarı yeterli.
İşte bu yakınlıklar dolayısı ile babam ve büyük dayım Şeref’in yolları hep kesişiyordu. Her ikisi de Yıldız Teknik’e gitmişler, önce Şeref birkaç yıl sonra da babam. Istanbul’da hemşehri dayanışması devam etmiş.
Şeref dayım okulunu bitirince iş hayatına atılıp müteahhitliğe soyunmuş, gecikmeden de evlenmiş.
Bu hikayeyi dayım Nurettin’den dinledim. Babam okulunu bitirip çalışmaya başladıktan iki yıl sonra Şeref’e gitmiş ve “ben de artık evleneceğim” demiş. Şeref hemen evli ağabeyden bekarlık sultanlıktır nasihatlerine girişerek babamı vazgeçirmek için “evlenip de ne yapacaksın, bizim halimizi görmüyor musun, acelen ne, biraz hayatını yaşa…” mealinde dil dökmeye başlamış.
Ama bakmış babam kararlı görünüyor, sonunda sormuş, “peki var mı birisi, kim bu kız?”. Babam da “Evet var, senin kız kardeşin !” deyince, Şeref önce afallamış ama hemen toparlanıp bu defa da, “ha o zaman başka, bak aslında evlilik çok güzel bir şey, çok iyi düşünmüşsün !” diyerek bu defa da teşvik yönünde bir muhabbete girişmiş.
1951 de nişanlanıp birkaç ay sonra da evlenmişler. Ama herşey son derece sade, aile arasında. Öyle gelinlik, düğün filan yok.
Annem içinde kalan bu eksikliği iki yıl sonra benim de doğumumdan sonra gelinlik giyerek gideriyor, ancak o zaman gelinlikli bir fotoğraf çektirebiliyorlar.
Ereğlideki iş 1952 ye kadar devam ediyor. Bu sırada babamın kızkardeşlerinden Saliha da yanlarında kalıyor, Kadir amcam da var. Gelir kısıtlı, yer kısıtlı, her ikisi de yetmiyor.
Annem bana hamile iken, 3-4 aylık olunca onu Istanbul’a gönderiyorlar. Hamileliğinin geri kalanını büyük dayım Şeref’in gözetim ve himayesinde geçirmek üzere.
Babam mali durumu biraz daha toplayabilmek için harcırah da alabilmek üzere şirketin Muş’daki demiryolu şantiyesine geçiyor. Saliha halam da Niksar’a dönüyor.
Ben babamın yokluğunda Şeref dayımın himayesi altında Istanbul’da doğuyorum.
Bundan sonra da babamın askerliği gündeme geliyor.
BABAM ASKERDE
Babam 1953 de Istanbul Halıcıoğlu Yedek Subay okuluna gitmiş, sonrasında da Ankara Ayaş daki kıtasına sevkedilmiş. O zamanlar askerlik 3 yıl.
Özellikle yedek subaylar, asker ocağının eğitim misyonuna yönelik eğitmen ihtiyacını karşılıyor, ve onlara çok ihtiyaç var. Erlere okuma yazma öğretmekten tutun, mesleklerine göre inşaat, makina vb. herkes herkese eğitim veriyor.
Babam kıtasına tayin olduğunda Ayaş’da bir ev tutup annemi ve beni yanına alıyor. Anneme bu günlerde sorduğumuzda nasıl oldu diye, “babanız ev tutmuş, dayamış döşemiş, bizi de yanına aldı. Selçuk orada yürüdü” diye anlatıyordu. Babama ne eşya aldığını sorduğumuzda bu dayama döşeme işinin “bir divan, perdeler ve gaz ocağı”ndan ibaret olduğunu öğreniyoruz.
Burada iki sene kalmışız. Annemin dediğine göre benim yürümem de Ayaş’da olduğumuz zamanlara denk gelmiş.
ASKERLİKTEN SONRA
1955 de Askerlik bitince babama Şeref dayımın müteahhitliğini yürüttüğü Nişcos nişasta fabrikasında bir iş bulununuyor. Bu fabrika Adapazarı’nda, ev tutuluyor, Kadir amcam yanlarında kalıyor. Arada bir de Bekir amcam gelip gidiyor.
Bundan sonra Mecidiyeköy’de bir ev tutuluyor, annem ve ben bu eve yerleşiyoruz. Ev sahibimiz Macide Hanım, iki kızı ve bir oğlu ile iyi dost olmuştuk. 3-4 yaşlarında da olsam hayal meyal ilk hatıralarım da bu yıllara denk düşüyor. Özellikle beni çok korkutan ya da heyecanlandıran şeylerin belleğimde yer ettiğini görüyorum.
1956 da Cevizli Sigara Fabrikası inşaatı başlayınca babam da bu inşaatın müteahhidi olan Şeref dayımla birlikte çalışmak üzere Istanbul’a geliyor. Maltepe’de Beşevler sokak’da bir ev tutuluyor. Ben 5 yaşlarındayım. Artık babam da akşamları eve gelen normal babalardan birisi. Kadir amcam da Cevizli Vinylex fabrikasında işe girmiş, bizimle kalıyordu.
Bu inşaatın çocukluk yıllarımızda önemli yeri vardır. Yaz aylarında denize girdiğimiz yer buranın sahili idi. Dar bir kumsal da olsa güzel bir sahili vardı. Hafta sonları ailece trene binip Cevizli’de iner, istasyondan sahile kadar 7-8 kilometrelik yolu yürüdük. Yol dediysem aslında boş arsalar üzerinde yürüyerek giderdik. Ama bu, mis gibi kokan fundalıklar, envai çeşit yabani çiçekler ve özellikle “kağıt çiçek” dediğimiz mavi renkli küçük çiçekleri olan çalılar arasından çok keyif aldığımız bir yürüyüş olurdu.
Şantiye binası soyunma ve yemek yeme yeri, denize girmeyen büyüklerin eğlendiği bir mekandı.
Babam Tekel Sigara sigara fabrikası inşaatında 1962 ye kadar çalıştı. Ondan sonra ayrılarak serbest çalışmaya başladı. İnşaat teknikeri olarak yetkisi dahilinde olan 3 kata kadar bina projelerini çizip, hesaplarını yapıp belediyeden onaylarını alıyor, onaylanmış projeleri sahibine teslim ediyordu. Bundan sonra emekli olana kadar geçimimizi bu şekilde sağladı. Maltepe’deki yüzlerce binanın projelerini çizdi.
Beşevler Sokak’daki ev sahibimiz huysuz bir insandı. İkide bir kapımıza dikilip kirayı arttırmamızı isterdi. Bir keresinde “kabağa zam geldi, 150 kuruş oldu” diyerek artış istemişti.
Canımıza tak etti, Maltepe’de 1957 de satın aldığımız bir arsaya alelacele bir ev inşa ettik. İki odalı küçük bir bölümünün kaba inşaatını tamamlayıp kendimizi içine attık. Taşındığımızda yer döşemeleri dahi yoktu, kapılar pencereler boyasızdı. Yeri o zamanlar boş arsalar arasında kalan, ücra bir yerde idi. Ama artık başımızı sokacak bir evimiz olmuştu. Bu ev, projesine uygun olarak yıllar süren bir çalışma ile tamamlanarak özgün güzel bir mimariye sahip 2 katlı, 3 daireli bir bina haline gelecek, sonradan eklenen bir kat ile de 3 kat 4 daire olarak tamamlanacaktı. Bu evi yapışımız ve o yıllardaki yaşamımızı aşağıdaki paragraflarda ele alacağım.
Bu evde, babamın çalışma hayatına atılmasından bu yana bizimle olan Kadir amcam, hemşirelik öğrencisi olan Nursel halam, anneme yardımcı olmak üzere sık sık gelip bizimle kalan anneannem ile yaşadık. Bir dönem akciğer kanseri hastası olan Nazif dedem de son aylarını bizimle geçirmişti. Kardeşim Serpil de bu evdeyken doğmuştu. Bunların hepsi 2 odalı bu evde kotarılıyor, annemin çilesini düşünün.
Babamın annem ile birlikte hepimizi ortak ettiği yokluktan var olma mücadelesini gurur duyduğum bir başarı hikayesi olarak değerlendiriyorum.
Babam çok mücadeleci, tırnakları ile kazıyarak birşeyler ortaya koyan insanlardandı.
Hayatı boyunca işini, inşaatçılık yaptı, asıl mesleği sıcak ev ortamında proje çizmek, hesaplarını yapmak, en fazlası bir şantiyede inşaat işlerini yönetmek de olsa kendi evi ve inşaatları söz konusu olduğunda Kadir amcam ile birlikte hiç bir işi küçümsemeden, fiyakası bozulacak endişesi olmadan en pis işlere dalarlardı.
Bu hikayede ve buraya koyacağım pek çok fotoda babamı amele kıyafetleri ile bizzat çalışırken göreceksiniz. Bu şekilde bugün bizim için de üzerine basabileceğimiz birer basamak oluşturan bir varlık oluşturdu.
Hep birlikte çok sıkıntı çektik, çok az gezdik, dışarılarda yemek yemedik. Eğlencelerimiz yaz akşamları gidilen sinemalar, eş dost ziyaretleri ve yine yaz aylarında onlarla gittiğimiz ada ve plaj gezileri ile sınırlı oldu. Giysilerimizi kendimiz diktik.
Bütün bu çabanın ve fedakarlıkların meyvelerinden de biz ve çocuklarımız yararlanmaktayız. Maalesef en büyük bedeli annem ödedi. Ne zaman ki yeni bir giysi, ev eşyası ya da babama göre önceliği olmayan bir şey istese “o parayla şu kadar çimento, bu kadar kum alınır !” ya da yeni bir halı istese “o paraya şu kadar metrekare arsa alınır!” yanıtı ile karşılaşırdı. Ama o da ileri yaşlarında “iyi ki öyle yapmışız, bu günlerimizi kurtarmışız” diye konuşmaya başladı.
Bu hayatı banal bulanlar oluyor. Fakat herkesin hayatını kurmak için kendine göre bellediği bir yol var. Bizde babadan dededen kalan yenecek mal mülk yok. Babam hayatı boyunca en iyi bildiği ve en iyi yaptığı işi yaptı. Gece gündüz çalıştı, bu iş ne kadar para ediyorsa o kadar da kazandı.
Bir yandan da terzilik becerisini bizim elbiselerimizi dikmekte gösterirdi. Ceket dikti mi hatırlamıyorum ama pantolon ve gömleklerimizi hep babam dikerdi. Giysi tamiratı, yama, genişletme daraltma, perde, koltuk kılıfı dikimi de hiç eksik olmazdı.
Çok değer verdiğimiz bir Singer dikiş makinamız vardı. Makinayı annem de kullanırdı ama özellikle babam bunu kullanmakta çok usta idi.
Ben epeyi denedimse de beceremedim. Bir yandan yukarıda elleri kullanırken bir yandan da aşağıdaki pedalı çevirmek gerekiyordu. Belki de işin terzilik tarafı olmadan sadece makinanın kullanılması için yeterli motivasyonum olmuyordu.
Babam bildiği, aklının erdiği yegane yatırım alanına da eline geçen her kuruş ile yatırım yaptı, yani gayrimenkule. Kaynaklarını en iyi şekilde değerlendirebilmek için de gücünün yettiği her şeyi kendisi yaptı. Aksi halde bunları hazır halde almaya gücü hiçbir şekilde yetmeyecekti.
İLK EVİMİZİN YAPILIŞI
Babam ve amcam akşamları iş dönüşlerinden sonra geceleri, hafta sonları, bayram tatil demeden bu binanın tamamlanması için sürekli çalıştılar. Ben de bir çocuk olarak olabilecek herşeyi yapıyordum.
Evin içinde otururken yerlerin döşeme tahtalarını çaktık. Kapıları pencereleri zımparalayıp macunladık, boyadık. Mutfak ve banyonun mozaik tezgah ve döşemelerini döküp perdahladık. Her tamamlanan iş ile birlikte konforumuzun arttığını hissediyorduk. O zamanlar -en azından bizim için- mutlu olmak daha kolaydı sanki.
Hiç bir zaman hazıra konamıyorduk. Bir şey istiyorsak çabalayarak ulaşmak gerekiyordu. Mutfak tezgahının üzeri çıplak beton iken isteyeceğiniz başka şeyler olmuyordu. Bu tezgahı beyaz çimentolu renkli mineraller katarak hazırladığınız harç ile kaplayıp tesviye ettikten sonra saatler hatta günler süren bir parlatma işlemi vardı. İri bir sabun kalıbı büyüklüğündeki bir aşındırıcı taşı hababam ileri geri sürterek yaptığınız bir zımparalama işi. Benim de epeyi uğraştığım çok yorucu bir iş idi, henüz 8 yaşında idim. Eh, bu işi bitirip pırıl pırıl bir tezgahınız olduğunda eserinize gururla bakıp sevinmezsiniz de ne yaparsınız? Bu, bambaşka bir tatmin duygusu idi.
İnşaata başlarken bir kuyu açma maceramız vardı. Biraz geriye gidip bunu anlatmam lazım. Başka türlü su tedarik etmek mümkün olmadığından ilk iş bir kuyu açmak olmalıydı. Bu sonuçta 2 metre çapında, suya rastlanana kadar kazılması gereken bir delik. El ile, kazma kürek ile kazmaktan başka bir yolu da yoktu. Her gün 1 metre kazılacak, kazılan kısmın duvarı yuvarlak bir kalıp ile betonlanıp donmaya terkedilecek, ertesi gün ya da iki gün ara ile bunun altından itibaren devam edilecekti. Her metrelik kazının akşamı bir önceki kalıp sökülerek yeni kazılan bölüme monte edilip betonlanıp devam edilecek.
Prosedür basit de olsa özellikle kuyu derinleştikçe iş daha da zorlaşıyor, aşağıda birisi kazıyor çıkan toprağı kazana dolduruyor, yukarıdaki de bir çıkrıkla, bunu yukarı çekip boşalıyordu. Bu çıkrığın yerini kısa sürede elektrikli ve gürültülü bir vinç aldı, ama iş gene de çok zordu. Kazma işini genelde amcam yapıyordu. Arada bir memleketten gelen gücü kuvveti yerinde akrabalar, gençler de çalışıyordu. Kuyu duvarları betonlandıkça U şeklinde kıvrılmış demirden basamaklar da yerleştiriliyordu. Kuyu 18 metre derinliğe inince suya ulaştık. Tam bir imece çalışması olmuş, tüm eş, dost ve akrabanın elinin değdiği bir eser olmuştu.
Beni de bir kaç defa belime ip bağlayıp aşağıya düşen bir şeyleri almak üzere sarkıttıkları olmuştu. Sikletimden dolayı bu yönteme en uygun olan bendim. Karanlık, nemli ve ürkütücü bir görev olurdu bu.
Kuyuya bir de elektrikli santrifüj pompa yerleştirdik, derinlikten dolayı bu pompanın kuyunun içinde, su yüzeyinin birkaç metre yukarısındaki bir platforma yerleştirilmesi gerekiyordu. Bahar aylarında su seviyesi yükselip pompayı su altında bıraktığından, platform için doğru seviyeyi bulana kadar bu platformun yerini birkaç defa değiştirmemiz gerekti.
Bu ve benzeri işleri hep babam, amcam ve ben yapardık.
Su seviyesi çok düştüğünde pompanın içindeki su kaçmışsa pompaya giden su borusuna yukarıdan su doldurulması gerekirdi, yani her düğmeye bastığınızda çalışan bir süreç değildi.
Kullandığımız tuğlaları da kendimiz yaptık. Babam bunun için titreşimli bir biriket dökme makinası kiralamıştı. Çok gürültülü çalışan bir makinaydı. Çimento ve bir çeşit dişli bir kum kullanarak hazırladığımız harcı bu makinanın tablasında titreştirdiği kalıplara döker, bunları inşaatın önündeki meydana serip birkaç gün donmalarını beklerdik. Yaz günlerinin güneşinde de bunları sulayarak ıslatmak gerekirdi. Yani tuğlalarımız alışılmış hazır alınan fırınlanmış kırmızı kil değil, gri renkli içi dolu beton tuğlalar idi.
Tuğlalar donunca depo alanına taşınıp üst üste istiflenmeleri gerekiyordu. Bu da çok yorucu bir işti. Tuğlalar ağır oluyordu. Ben tek seferde en fazla 5-6 tuğla taşıyabiliyordum. Kullanılan dişli kumdan dolayı yüzeyleri ve köşeleri kaba zımpara gibiydi insanın ellerini parçalıyordu ve sayıları da binlerce idi. Ama taşıdık işte. İş düşünce insanın yapamayacağı şey yok. Fotoda bitmiş hali görünen binada kullanılan tüm tuğlaların tek tek ele alınarak istif yerine oradan da yukarılara duvarın örüleceği yere taşındığını düşünsenize.
Babam bu binaya “bizim aheste” adını vermişti, eh işten sonra eve gelince yapılan inşaat o kadar hızlı ilerlerdi işte. Birinci yılın sonunda biz hala zemin kat seviyesinde idik.
Bina kısım kısım tamamlandıkça biz yeni tamamlanan daha büyük dairelere geçtik, boşalttığımız daireleri de kiraya verdik. Böylece kiralardan mali takviye geldikçe inşaatın ivmesi de arttı. Son aşamada orta katı kaplayan 170 net m2 lik, benim de özel bir odamın olduğu bir dairemiz oldu.
Bu binanın en üst katına evlendiğimde ben yerleştim. Bunun için içini kendi ihtiyaç ve zevkime göre dekore etmek istedim, tabi ki babam da kolları sıvayıp yardıma girişti.
Bu yıllarda babam Maltepe’deki müşterileri için harıl harıl proje çiziyor, vaziyet planları, kesitler, donatılar, mimariler, statik, tesisat çizimleri, betonarme hesapları… Gece gündüz durmaksızın. Ben de liseden itibaren bu işlere el atıp babama yardım etmekte olduğumdan statik hesapları dahi yapacak duruma gelmiştim. Çini mürekkebi, aydıngerler, özalitler gırla gidiyordu. Aydınger üzerindeki projeleri Kadıköy’e özalit çektirmeye götürmek de benim işimdi. İşler iyiydi aslında, seri halde, neredeyse günde bir proje üretiyorduk.
Babam bu proje işine 55 yaşına kadar devam etti. Ondan sonra da 4-5 yıl kadar Diktaş İplik Fabrikasının inşaat işlerini yürüttü.
Arada bir belediyelerden arazi ölçüm işleri de alırdı. Babamla dağa bayıra çıkıp nivelman yapardık. Nivelman denen iş, 50 metreye kadar çevresinde kendisiyle aynı yükseklikte olan cisimleri özel skalalı bir ekranda gösteren bir dürbün ile yapılan arazi yükseklik ölçümü. Böylece haritalarda gördüğümüz eş yükseklik çizgilerini oluşturuyorduk. Harita hazırlıyorduk yani.
Şu anda apartmanlardan görünmez durumda olan Pendik’in tepelerinde ahırlara, bahçelere girip, inekleri yerlerinden kaldırıp ölçüm yapar, kayıtlarını tutar, eve dönünce de temiz projeler haline getirip teslim ederdik. Bu vesile ile topoğrafların kullandıkları yöntemleri de öğrenmiş oldum.
İNÖNÜ CADDESİNDE İNŞAAT
1970 lerin başında babam Maltepe İnönü caddesi üzerinde iki arsa daha aldı. Bunlardan 1090m2 lik olan büyüğünün bir kenarına Kadir amcamların oturması için bir müştemilat yaptılar. O zamana kadar yukarıda sözünü ettiğim ilk evimizin küçük dairesinde oturmakta olan amcamlar buraya taşındı.
400 m2 kadar olan küçük arsada ise yeni bir inşaata başladık. Bu da yine ilki gibi Kadir Amcam ve babam tarafından bizzat çalışarak yapılacaktı. Öyle de oldu.
Babam beton dökümü gibi nadir işlerde olduğu gibi temel kazısı için de birkaç adam tutmuştu. Yaklaşık 400 metrekarelik bir alan 3-4 metre derinliğinde kazılacaktı. Fundalık, taşlık bir alanda ilk kazmayı vurup işe başladılar. Toprak sert idi, ben de kazmayı alıp bir vurmayı denedim ama kazma sadece bir iz bırakıp geri sekti. Bende babama dönüp, “baba bir makina kiralayıp yaptırsana şu hafriyatı, baksana toprak kaya gibi!” dedim. Babam parmağını ağzına götürüp sessiz olmamı işaret ettikten sonra dedi ki, “Oğlum amele kısmının yanında hiç öyle konuşulur mu? Ne güzel toprakmış bu, tam temel kazmaya uygun zeminmiş filan diyeceksin”. Sonra da ilave etti, “merak etme sen, ben bu kazı işini makina kirasının yarısından ucuza mal ederim, sadece bir günde değil de bir haftada biter, o kadar”. Nitekim, dediği gibi 7-8 gün içinde bana o hiç bitmezmiş gibi görünen temel kazısı bittmişti.
Babam belediyede bir girişimde bulunarak bu arsayı 30-40 metre yukarıdaki İnönü caddesine bağlayan sokağa Niksar’daki baba evinin mahallesi olan “Dereçay” adını verdirdi. Yıllardır belediye ile içli dışlı olduğundan bu kadar hatırı vardı. Zaten o sıralarda ortada sokak filan da yoktu, binanın etrafı çepeçevre engebeli bir arsadan ibaretti.
Bu evin de bir dairesinin iç dekorasyonunu ben oturmak üzere kendime göre yaptım. Epeyi bir para, emek ve çaba harcadım. Bittikten sonra da fikrimi değiştirdim, yukarıda anlattığım gibi ilk evimizin en üst katında karar kıldım. Babam bu maymun iştahlılığıma hiç ses etmedi. “Neden” diye bile sormadı.
Bu daireye de evlendiğinde kızkardeşim Serpil ve Lütfi yerleşti.
Babam bu inşaatlarda bizim gençlik sabırsızlığımızla hiç yanaşmak istemeyeceğimiz işlere girişirdi. Örneğin, balkon korkulukları boyanacak. Binada 16 tane balkon var. Demirler paslı, önce zımparalamak gerek. Zımpara kağıdını elimize alıp ile bir kaç karışlık yeri 8-10 dakikada zımparaladığımızda gözümüz geri kalan 150 metreye ilişir, hiç bitmeyecek gibi görünürdü. Pis bir iş, tozlu, ellerinizi paslı demirlere sürttükçe yaralar , çizikler… Sonuçta biz -ben ve kardeşim Serdar- sessizce sıvışmanın bir yolunu bulurduk.
Sonra bir bakarız ki babam bu işe girişmiş ve bitirmiş.
EMEKLİLİK DÖNEMİNE GİRİŞ
Babam 60 lı yaşlarının başında profesyonel çalışma hayatında son verdi. Ama bedenen çalışmaya son vermemişti. Artık tamamlanmış da olsa zamanında yapmış olduğu binaların bakımı, eklentileri ve diğer sorunları ile uğraşıp duruyordu.
Emeklilik döneminin gelir kaynağı bu binalardaki dairelerden gelen kiralardı. Yoksa bağkur emekli maaşı ile geçinmesi mümkün değildi. yani 64 yaşında emekli olup kenara çekildiğini söylemek mümkün değil.
Bu binalarda kiraya verdiği daireler her kiracı değişiminde esaslı bir elden geçirmeye ihtiyaç duyuyordu. Babam da sürekli olarak yine inşaatçı giysilerini giyip, boya, badana, tadilat, artık ne gerekliyse girişiyordu. Hiç boş kalmıyordu. Komşular onu balkon kenarlarından, hatta çatılardan sarkmış bir şeyler yaparken gördüklerinde yürekleri ağızlarına gelip durumu anneme yetiştiriyorlardı.
Çoğu zaman da kiralarını aksatan ya da ödemeyen kiracılarla uğraşır, asabını bozan tartışmalar tansiyonunu yükseltirdi. Tartışmaktan nefret eden bir insandı. Tartışmaktansa taviz verip sonlandırmayı yeğlerdi. Ancak artık karşısındakilerle iyice başa çıkamaz hale geldiği 80 li yaşlarında bu işleri genç ve enerjik damadı Lütfi’ye bıraktı.
Babam 64-65 yaşlarına geldiğinde -1990 gibi- Gemlik Armutlu’da bizimkinin hemen yanında bir yazlık daire aldılar. Biz de yazlığımızı 1988 de almıştık. Annemle birlikte yazları orada geçirmeye başladılar. Orayı seviyorlardı, artık yaz ayları onlar için daha keyifli oluyordu.
Nurten Halam ve Mehmet eniştem de yakınlarda bir yazlık daire kiralıyor, böylece birlikte de vakit geçiriyorlardı.
Babam her zamanki enerjisi ile bu defa da bu binanın işleri ile uğraşıyor, kuyusu ile, suyu ile uğraşıyor, bahçesine ağaçlar dikiyor, buduyor, dairesinin içinde tadilatlar yapıyordu. Sabah ve akşamları 2 kilometre ötedeki iskeleye kadar yürüyüşler yapıyordu. Annem de bu yürüyüşlere gücünün yettiği kadar eşlik ediyordu, ama babama yetişmesi pek de mümkün değildi. Annemle yapılan yürüyüşler kısa kalıyordu.
Babam Armutlu merkezde haftada bir kurulan pazarı da hiç aksatmadan ziyaret ediyordu. Evin sebze meyve, kahvaltılık alışverişi, hatta kavun karpuz gibi ağır şeyleri hiç üşenmeden alıp minibüslere binip inerek eve taşıyordu.
Bu yazlıkta kalma dönemleri 2010 lara kadar sürdü, sonra artık yaşın getirdiği sarsaklıkla sendeleyip düşüp kendilerini sakatlamaya başlayınca bizim de müdahelelerimizle seyreldi. Son 4-5 yılında ise babamın çok istemesine rağmen artık hiç gidemediler.
BABAM 65 İNDEN SONRA ARABA KULLANIYOR
Babamın çalıştığı dönemlerin sonlarına kadar bir arabası olmamıştı. Armutlu’ya gidiş gelişler için vapur seferleri de olsa sezon başlarında, sonlarında ya da birkaç hafta ara verdikleri dönemlerde taşınacak malzemeler olduğundan bize bağımlı kalıyorlardı. Babam çocukları dahi olsa birilerine bağımlı olmaktan nefret ederdi.
Bize hiç haber vermeden kurslara gidip 65 yaşında (1990) ehliyet almış, bir de Tofaş Şahin otomobil alıp bizi şaşırtmıştı. Ehliyet almış da olsa henüz acemi idi, bu defa da babamı çalıştırmaya ben soyundum.
Bu stresli görevi mümkün olduğunca trafiğe çıkmadan atlatmak için genelde park etme antremanları yaptırıyordum. Çarparsa araca hasar vermeyecek plastik kovaları yol kenarına dizip arabayı bunların aralarına sokup çıkarmasını istiyordum. Zira birkaç defa çöp kovalarına çarpıp devirmiş, bir keresinde de bir kadının bacaklarını park etmiş bir aracın tamponları ile bizimki arasında sıkıştırmıştık. Allahtan çok yavaştık yumuşak bir darbe oldu ve bir incinme dahi olmadan bu olayı atlattık. Fakat benim yüreğim daha fazlasına dayanamazdı. Benim yanında iken deli gibi gerilmem babamı da çok rahatsız ediyordu zaten, böylece bundan ötesini kendisine bıraktım. Vazgeçmesini istemek beyhude idi.
Bu arada önemli bir sorun daha vardı. Tansiyonu ve kan koyulaşması sorunu vardı, beklenmedik anlarda beynine kan gidişinde azalma oluyor bilincini yitiriyordu. Bu problemin ilaçlar ile giderilmesi mümkün idi ama doğru ilacın belirlenmesi zaman almıştı.
Acemilik mi, yaşından kaynaklanan refleks kaybı mı yoksa bu bilinç kaybı sorunu mu tam olarak bilemiyoruz, bir Armutlu dönüşünde Yalova’da benzin istasyonundan yola çıkarken ciddi bir kaza yaptı. Bir kamyona daha doğrusu kamyon şoförünün uyanıklığı sayesinde sadece ön tekerine çarptı.
Arabada Nurten halam, Mehmet eniştem, yeğenim Melis ve annem de vardı. En ağırı halamın köprücük kemiğinin kırılması, geri kalanı ufak tefek ezik, morartı hafif yaralarla atlattılar. Ama bu olay babamın araba kullanma macerasının sonu oldu. Araba zaten hurdaya çıkmıştı. Babamın ehliyeti de arşivlerdeki yerini aldı.
ŞİLEDE YAZLIK
2002 de kızkardeşim Serpil ve eşi Lütfi’nin girişimi ile Şile’de bir yazlık villa sitesi kooperatifine katıldılar.
İnşaatın iki yıl içinde tamamlanmasından sonra artık yazları gidilip kalınacak, Armutlu’ya alternatif bir yerleri daha oldu. Yeşil, serin, sessiz bir tatil mekanı.
Villalar ikiz düzende idi ve bitişiklerinde kendilerine göz kulak olacak kızları Serpil ve Lütfi oturuyordu. Ama ileriki yıllarda babam artık yokuş çıkmakta zorlandığından, çok sevdiği yürüyüşlerini bu inişli çıkışlı bölgede yapamaz hale gelmişti. Bundan dolayı burada uzun süre kalmayı sevmiyor, üç beş gün sonra dönelim diye sızlanmaya başlıyordu.
Babam 85 ini geçtiğinde Maltepe’de hala günlük 1 saatlik yürüyüşlerini yapmaya devam ediyordu. Evden çıkıp sahile kadar gidip dönüyor, evin günlük alışverişi için yakınlardaki marketlere gidiyordu. Ama yürüyüşü sarsaklaşmıştı, adeta ayaklarına hakim olamıyordu. Baston kullanmaya da alışamamıştı.
İşitme sorunu vardı, bu yüzden son yıllarda aile toplantılarında ortamdan soyutlanır hale gelmişti. Sonunda 90 yaşında iken bir işitme cihazı edindi ve çok da memnun kaldı.
90 ında iyice sendelemesine rağmen hala inatla yürüyüşlerine devam ediyordu. Yürüyüşlere annemle çıkıyorlardı ama kolkola girdiklerinde birbirlerine destek olmak bir yana, daha da dengesiz hale geliyorlardı. Bu yürüyüşlerde annem babama göre daha yavaş yürüyor, daha çabuk yoruluyordu.
Yürüyüşler kısalmış, artık orta yerde bir banka oturup dinlendikleri bir mola istasyonu eklenmişti. 2016 yazında babam evin hemen yakınında oturmaya ya da kalkmaya çalıştığı bir anda düşüp boyununu sakatladı.
Boyun omurlarında kırık oluştuğundan boyunluk takması ve çok dikkat edilmesi gerekiyordu. İyileşmesi aylar alacaktı. Ama rahat durmadı, boyunluktan rahatsız olup ikide birde çıkardı, yatmaya da yanaşmadı.
Sonunda evde iki defa daha düşünce, ikincisinden sonra iyice yatağa düştü. Kendi ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelince bir bakıcı tuttuk. Yürüyemiyordu ama yinede kaşla göz arasında kalkıp tuvalete gitmeye kalkışıyordu, dolayısı ile ikide birde düşmeye devam ediyordu.
BABAMA VEDA
91 yıllık yaşam hikayesinin sonu bu işte.
Babam son yatağa düşüşüşünden sonra toparlanamadı. 2016 yılı kasımında kendisini kaybettik.
Geride azim, çalışkanlık, doğruluk, kimseye minnet borcu olmadan israftan uzak mütevazi bir yaşam örneği bıraktı.
Son olarak bir özelliğinden daha söz etmek isterim, bunu Serdar kardeşim hatırlattı.
Babam çok az konuşurdu. Onunla uzun sohbetler ettiğimizi hatırlamayız. Serdar’ın hatırladığı en uzun muhabbet, 1980 ler olmalı, Amerikanın Ortadoğu politikasından söz ederken Amerika’nın “tavşana kaç, tazıya tut” politikası izlediğini söylemesi imiş.
Nur içinde yatsın.
BİTİRİRKEN
Babamı kaybetmeden önceki yıl, babalar gününde yazdığım bir mesaj, benim yazarken hissettiğim kadar onu da hayatında aldığı en değerli armağan gibi duygulandırmıştı. Hala aynı duygu ve düşünceleri paylaşmakta olduğumdan o mesajı buraya koyarak bitirmek istiyorum (2015 Haziran, Babalar günü) :
Babam, sorsalar nasıl anlatırdım acaba diye düşündüm de; Çok zor bir hayat yaşamış, yokluktan yola çıkarak bizim şimdi üzerine basarak bir yerlere geldiğimiz taşları dizmiş, Gösterişten uzak bir sevgi ve güven vermiş, öyle ki her ihtiyacın olduğunda yanında bulmuşsun ama özgürlüğün her zaman senin olmuş, Her zaman fedakarlığa hazır olmuş, senin için herşeyi yapmış ama yorulduğunu, yakındığını hiç duymamışsın, Öyle bir yönlendirmiş ki, aslında farketmeden damarlarına işlemiş, doğru kararlar alman için birşey söylemesine gerek kalmamış. Şimdi görüyorum ki neler öğretmiş bana yıllar boyu. Bazılarını öğrendiğimi bile anlamamışım, bazılarının değerini ancak bu yaşıma gelince farketmişim. Neler mi öğrenmişim, bakayım sayabilecek miyim: Dürüstlük; bazen enayilik gibi görünse bile doğrudan sapma, er geç en kazançlısının bu olduğunu görürsün. Gülümse ki çevren de sana gülümsesin. Mütevazi ol, varsın değerini farketmeyenler olsun, birşey kaybetmezsin. Kimseye minnet etme, gücün neye yetiyorsa hakettiğin odur, onunla mutlu olmaya bak. Kayırılarak bir yerlere gelmeye çalışma, kolay yol sağlam yol değildir. Hem o yollar çok kalabalıktır. Kendi işini kendin yap, iyi olursa gurur duyarsın, kötü olursa ders çıkarır bir dahakine iyisini yaparsın. Elindekiyle mutlu olmayı öğren, ne kadar azıyla mutlu olursan hedefine -yani mutluluk- o kadar kolay ulaşırsın. Anlayış -şimdilerde empati diyorlar- ve hoşgörü başkalarından çok kendi huzurun için gereklidir. Küskünlükten kaçın, insanlar huzur bulmak için tatil, psikolog dedikleri şeylere çuvalla para harcıyorlar gene de olmuyor. O halde kendini gerecek huzurunu kaçıracak çatışmalardan kaçın. Başkalarıyla değil, kendinle yarış her zaman kazanırsın. Üşenme, hareket et, çalış, yorgunluk şikayet edilecek bir şey değil, bedenin normal bir davranışıdır, çabuk geçer. En yakınlarından bile beklentilerini düşük tut, olanı da kendine sakla, olmayınca sitem etme, öyle ki kabahat işlemiş dahi olsalar senden kaçmasınlar. Dahası da var ama uzatmıyayım... Akılllar çarşıya düşmüş, herkes kendisininkini satın almış. Ama bunlar bana 60 yıldan sonra da doğru görünüyor. İyi ki babam olmuşsun. Allah daha uzun ömürler versin.