İZ BIRAKANLAR – KİŞİLER

Bu bölümde hayatımın bir bölümünde yolumun kesiştiği, bana ilham vermiş, kendilerinden hayatımı yönlendiren bir şeyler öğrendiğim muhteşem insanlardan söz edeceğim. Elbette karşılaştığım, arkadaşlık edip birlikte çalıştığım yüzlerce insan var, çoğu ile ilgili güzel anılarım var. Hepsinden söz etmem mümkün değil, ama aniden sorulacak “kimler sende etki bıraktı?” sorusu karşısında ilk aklıma gelenlerden söz edeceğim.

EŞİM – SERPİL ÖZBAYRAKTAR

Hayatıma giren bu güzellik, yaşamımı elbette çok değiştirdi, renk kattı. Yalnız, evlendiğimizde ben 27 yaşımda idim, daha fazla yontulup istenen kıvama getirilmek için çok da uygun bir malzeme değildim.

O nedenle düzeltemediği bazı açılardan benim kahrımı çekmeye devam ediyor.

Derler ki, evlilikte zevklerin ve ilgi alanlarının uyumlu olması önemlidir. Bu bizim için geçerli olmadı.

Olabildiğine zıt karakterlere sahibiz. Ama, hani “diğer yarım” diye bir tabir vardır, benim eşim gerçekten diğer yarım, çünkü beni tamamlıyor, bunun için de benden farklı olması gerekiyor, aynım değil. Kendim gibi biriyle çok sıkıcı bir hayatım olurdu.

Serpil benim olmadığım her şeyi temsil ediyor. Benim yapamadığım şeyleri yapabiliyor, tersi de doğru, ben de onun yapamadıklarını yapıyorum, böylece yuvarlanıp gidiyoruz.

Yani beni ne kadar şekillendirebildi bilemiyorum ama, ben bu durumdan şikayetçi değilim, pek çok konuda şekillendirilmeyi kabul etmeye hazır dahi olsam bu saatten sonra olmuyor.

Evlilik sonrası hayatım konusunda bir başka yayınım olacağından bu bölümü kısa geçiyorum.

NURETTİN CENGER – KÜÇÜK DAYIM

Burada bende aklımın ermeye başladığı andan itibaren iz bırakmış, rol modeli olmuş en önemli insanlardan birinden söz edeceğim: Nurettin Dayım’dan. Güzel bir fotosunu bulamadım, ilk fırsatta bulup bunu değiştireceğim.

Nurettin Dayım, onu ilk tanıdığım ve hatırlayabildiğim 6-7 yaşlarımda iken Almanya Hannover’de Mimarlık tahsili yapıyordu. Senede bir defa tatil için geldiğinde görürdüm kendisini. Yeğenleri -Levent ve ben- ile çok ilgili ve sevecendi. Bize Almanya’dan ilginç oyuncaklar getirirdi. Bu oyuncaklar arasında önde geleni “match box” serisinden minik arabalar idi.

Türkiye’de bulunduğu süre boyunca bizle ilgilenir, bir yerlere götürür gezdirirdi.

O zamanlar kimsenin arabası yoktu ama onun vardı. Bazan uçakla bazan da arabayla gelip dönerdi. Bu yolculuk arabayla 3 gün sürerdi, geleceğini haber alınca anneanneme gidip sabırsızlıkla beklemeye başlardım. Geldi gelecek derken üzeri yolun tozuyla kaplanmış araba kapının önünde belirir, sevincimiz zirve yapardı.

Dayım mezuniyetinden sonra Türkiye’ye döndü. Müteahhitlik yapmaya başladı, genelde banka şubeleri yapıyordu. İstiklal Caddesi’nde Tokatlıyan İş Hanı’nın 5. katında ağabeyi Şeref Dayım’la paylaştıkları bir bürosu vardı. Ben de üniversiteye başlamıştım, derslerden sonra Gümüşsuyu’ndan buraya gelir telefonlara bakar, dayıma yardımcı olurdum. Dayım genelde şantiyelerde olduğundan birisinin burada durması gerekiyordu. Harçlık mahiyetinde bir para da kazanıyordum. Ama esas olarak dayımdan iş yapmayı öğreniyordum.

Çok titiz ve tertipli idi. Hatasız çalışırdı. Giyim kuşamı, ses tonu ve konuşması ile muhataplarında saygı uyandırırdı. Üniversite bitene kadar dayımın bürosunda takılmaya devam ettim. Arada bu ofisi boşaltıp Harbiye’de başka bir ofise taşındılar, ben de oraya gitmeye başladım. Ama artık bir sekreterleri de vardı.

Fotoğraf merakı

Dayım fotoğraf çekmeyi severdi, slaytlar çeker, banyo edilmiş filmleri kesip iki cam levhacık arasına yerleştirip çerçevelerdi. Camlar parmak izi kalmaması için bir kumaş parçası ile teker teker özenle temizlenirdi. Bu saatler alan sabır gerektiren bir uğraştı. Bu iş için kullanılan bir takım küçük aparatlar, camlar, yapışkan bantlar vardı.
Slayt çerçevelemeyi ben de öğrenmiştim.

Dayım’ın slaytlarını duvara yansıttığı bir projeksiyon makinası vardı. Türkiye’de renkli fotoğrafların yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı bir dönemde bu daha da yeni bir şeydi. Duvara yansıtılan renkli fotoğraflar, muhteşem bir görüntü kalitesi sunuyordu. Üstelik aileyi, eş dostu bir araya getiren keyifli bir aktivite oluyordu. O zamanlar amatör fotoğraf makinaları dahi çok yaygın değildi, her evde olmazdı, makinası olanlar da siyah beyaz fotoğraf çekmekte idi.

Sonuçta ben de, o zamanlar KODAKın üretmekte olduğu diapositive filmleri alıp kullanmaya, renkli slaytlar çekmeye başladım. Bu merakım da yıllarca sürdü, ta ki digital fotoğraf makinaları çıkana kadar. Akşamları bu slaytları ailece izlemek bizim için hoş bir aktivite olmaya devam etti.

Dayım güler yüzlü, herkesin seviyesine uyan, hoş sohbet ve son derece nazik bir insandı. Hala da öyledir. Bize -Levent ve bana- nasıl yemek yenilir, nasıl oturulur nasıl kalkılır öğretmeye çalışırdı. Zaten kendisi iyi bir örnek idi.

Çocukluğumdan bu günlere kadar birlikte geçirdiğimiz zamanlarda hiç sıkılmadım.

Bir seferinde, doğum günüm arifesinde, Dayım bana, “ne istersin benden?” diye sormuştu. Ben de uçakları yakından görmek istediğimi söylemiştim. Alıp beni o zamanki adıyla “Yeşilköy Hava Meydanı”na götürmüştü. O zamanlar küçük bir terminal olan binanın üstü seyir terası gibi bir alan idi. O terasa çıkıp inen kalkan, yolcu alan uçakları büyük bir mutlulukla izlemiştim.

Nurettin dayımın müzik zevkime etkisi

Nurettin Dayım’ın zengin bir plak koleksiyonu vardı. Bekarlığında Teşvikiye’de anneannem ile birlikte kalırdı. Bu evde Almanya’dan getirdiği, içinde bir radyo, bir pikap ve bir teyp bulunan “müzik dolabı” denilen bir ses sistemi vardı. Böyle bir şey pek nadirdi, Şeref Dayım’ların evi dışında başka hiç bir yerde karşılaşmamıştım. Ben, her türlü teknik araca meraklı olduğum gibi bu sisteme de aşık idim.

Dayım, sık sık bu müzik setinde plak dinlerdi. Efkarlı olduğu zamanlarda klasik türk müziği, başka zamanlarda da klasik batı müziği. Bu dönemde bende de klasik batı müziği zevki gelişti. Madame Butterfly, Tebessümler Diyarı operetleri hala kulaklarımda.

Dayım’dan yıllar boyu tertipli olmayı, açık ve net konuşmayı, insanlara iyi davranmayı öğrendim, bilinçli olarak değil, insanlar sevdiklerinden ister istemez bir şeyler kapıyor.

Ne kadarını alabildim bilemiyorum ama hayatımın güzel yanlarından ona borçlu olduğum çok şey var. Allah uzun ve sağlıklı ömürler versin ona.

BÜLENT ŞAHİNER

“Okuduğum Kitaplar” bölümünü yazarken birden farkettim, ilk okuduğum kitapların neredeyse tamamını Bülent Şahiner adlı çocukluk arkadaşımın evinde bulup okumuşum, ya da orada görüp okuduktan sonra satın al(dır)mışım.

O halde, iz bırakan kişiler arasında Bülent’i anmamak olmaz.

Bülent babamın iş arkadaşı Adnan Şahiner amcanın oğluydu, ilk okul 4 ya da 5. sınıflarda iken tanışmıştım. Cevizli Sigara Fabrikası inşaat yılları idi, Adnan amca da orada çalışıyordu. Dragos tepesinde çam ağaçları arasında bir evleri vardı. Aile dostlarımızdı, birlikte çok vakit vakit geçiriyorduk.

Bülent’in kız kardeşi Meltem de benim kardeşim Serdar ile akran idi. İlk okulu bitirdiğimizde Bülent ile birlikte sünnet olmuştuk, yandaki fotoğraf da o zamandan.

Bülent zeki ve iyi huylu bir çocuktu, iyi anlaşıyorduk. Birlikte o zamanlar gündemde olan uzay yarışı üzerinde tartışmalar yürütürdük. Sürekli olarak birbirimizden bir şeyler öğrenirdik. Yıllarca birbirimizin evlerine gidip geldik.

O zamanlar bakir durumda olan Kayışdağı’nın yamaçlarına, Süreyyapaşa Sanatoryumu’nun çevresindeki koruluklara, oradaki küçük baraja kadar gider, kendimizi kaşifler gibi hisseder maceralar yaşardık. Bir keresinde yolumuzu o bölgedeki mahallelerden birinin kabadayılığa özenen çocukları kesmiş, bir itiş kakışın ardından yumruklaşarak yamaçlardan yuvarlandığımız bir kavgaya karışmıştık.

Bülent’in her zaman hayranlık duyduğum müthiş bir müzik yeteneği vardı. Çok güzel gitar çalardı, o kadar ritmik sesi gitar sesiyle birlikte tek bir aletten nasıl çıkarıyordu, dakikalarca izlememe rağmen anlayamamışımdır. Gitar çalarken aynı anda bateri sesi de çıkartabiliyordu gitarın tahtasına vurarak. Üstelik boynuna bir aparatla astığı ağız mızıkasıyla gitara eşlik eder, şarkı da söylerdi. Tek kişilik orkestra gibiydi. Sesi de güzeldi.

Ben de ondan heveslenip gitara başladım, ama bir yere kadar, ona ulaşabilmem mümkün değildi, bana da öğretmeye çabaladı ama nafile, bir yerden sonra yetenek devreye giriyor. Bende “ritim duygusu” olmadığını o zamanlar öğrendim.

Halbuki ondan sonra da yıllarca gitar çaldım, dinleyenler iyi çaldığımı da söylerlerdi, nazik insanlarmış.

Bülent’le Lise’den itibaren yollarımız ayrıldı, onlar Ankara’ya taşındılar. Bülent de elektronik mühendisi oldu. Endüstriyel Otomasyon işleri yapan kendi şirketini kurdu. Son olarak 20 yıl önce ben Ankara’da iken görüşmüştük. Bu yazıyı yayına koymadan kendisine tekrar ulaşmaya çalışacağım.

NİHAT YILMAZ

Burada Ortaokul’a başlayışım ile birlikte İngilizce öğrenmeme yardımcı olan, teşvik ederek bundan zevk almamı sağlayan Nihat Yılmaz Ağabey’den söz edeceğim.

Nihat Ağabey, Sevim Yengem’in abisi idi. Bana arkadaş gibi ciddiye alarak davranırdı. Oturur uzun uzun sohbet ederdik, ilgi duyduğum konularda bana anlatacak çok şeyi olurdu. Assubay Başçavuş idi, teknik konularla iyiydi.

O zamanlar Amerika’nın Türkiyede konuşlandırdığı Nike hava savunma roketleri ile ilgi bir görevi vardı. Bu roketlerin bir bölümü Maltepe’nin kuzeyindeki Kayışdağı’ndaki askeri bölgeye yerleştirilmişti.
Arada bir Amerika’ya eğitime gider, dönüşünde bana çok ilgimi çeken bir şeyler getirirdi.

Örneğin, bir seferinde bir uçak maketi getirmişti, hani bir kutu içinde yüzlerce küçük plastik parçadan oluşan bir kit ve bunun montaj talimatını içerenlerden. Uçaklara ve teknolojiye olan merakımı takdir ederdi.

Ortaokula başlayınca İngilizce dersleri de başladı, ben de yabancı dil öğrenmeye hevesli idim. Elime geçen kitaplar arasında İngilizce olanlar çoktu. Bunlar özellikle teknik içerikli ve okuyabilmeyi çok istediğim kitaplardı, o güne kadar ancak resimlerine bakabiliyordum.

Nihat Ağabey İngilizce öğrenmem için yardım etmeye başladı. Bu dersleri eğlenceli hale getirmeyi çok iyi başarıyordu. Ben kısa zamanda okuldaki derslerin ötesine geçtim, seviyemin arkadaşlarıma göre bu kadar ileride olması motivasyonumu arttırdı. Bundan böyle liseyi bitirene kadar İngilizce derslerinden tam nottan aşağısını almadım.

O kadar ki, hep devlet okullarında okumuş olmama rağmen işe başladığımda İngilizcem iyi seviyede idi. Bunu Nihat Ağabey’e borçluyum. Nur içinde yatsın.

FİKRET YÜCEL

Hayatımda önemli yeri olan insanlar arasında Fikret Yücel’in özel yeri var. ARLA-TELETAŞ yayınımda kendisinden pek çok kere söz etmiştim, ama burada üzerimdeki etkileri açısından biraz daha anlatacağım.

Fikret Bey ile 1974 yılı Şubat ayında, İş başvurum sonuçlanıp PTT Fabrikası’na tayin olduğumda tanışmıştım. Kazara arkadaki PTT Fabrikası yerine hemen önündeki, yola cepheli olan PTT ARLA’ya girdiğimde.

İyi ki de böyle bir yanlışlık yapmışım, beni alıp odasına çıkardıkları Fikret Bey ile ilk andan itibaren frekanslarımız uyuşmuştu. Bu ilişki saygı, sevgi ve dostlukla dolu olarak o gün bu gündür sürmekte.

Kendimi iyi ve meraklı bir mühendis olarak nitelerim. Yıllarca yönetim pozisyonlarında bulunmuş olmama rağmen, “yönetici” değil, “mühendis” idim ben.

Fikret Bey ise mühendisliğin ötesinde, benim sahip olmadığım pek çok niteliğe sahip idi. Çok daha yırtıcı, tuttuğunu kopartmak için mücadeleden kaçınmayan, algıları hızlı, zeki ve girişken kişiliğe sahip bir yönetici idi.

Çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra, ilgi alanlarımız, işe yaklaşımımızın uyuştuğu görülünce Fikret Bey bana özlemini duyduğum çalışma ortamını verdi.

Fikret Bey, özellikle pasif frekans seçici devreler yani filtreler konusunda bir uzman idi. Bana verdiği ilk görev de bu alandaydı.

Genel parametreli olarak anılan, frekans-geçirgenlik karakteristiği isteğe göre hesaplanan filtrelerin tasarımı bilgisayar desteği gerektiriyordu, bende de o altyapı vardı. Ama Fikret Bey’den almam gereken temel filtre tasarım bilgileri olmadan birşey yapamazdım.

Bu desteği alabilmem, başlangıç ivmesini kazanabilmem için yoğun biçimde birlikte çalışmamız gerekti. Bu arada birbirimizi daha iyi tanıdık. Bu filtre sentez çalışmaları iki yıl kadar sürdü ve meyvelerini verdi. Önce genel parametreli filtre teknikleri ile grup transfer filtrelerinin yeni tiplerini geliştirdik. Ardından üretim sayıları çok yüksek olan Kanal Transfer Techizatı için 12-16, 16-20, 20-24 KHz kanal filtrelerini parametrik filtre tasarım teknikleri ile sentezledim. Optimizasyon metodlarını geliştirerek yazılımlarını hazırladım. Fikret Bey gelişmelerden çok memnun idi. Neye ihtiyacım olursa, doküman, malzeme, olabilecek en iyi bilgisayarlar ( o sıralarda istediğiniz bilgisayarı alamıyordunuz, devlet baba izin vermiyor, kızıyordu ), ölçü aletleri, ne istersem satın alınıyordu.

Fikret Bey ile tanıştığımda toy bir mühendis idim. Hani derler ya, saf ve bakir anadolu çocuğu, işte tam olarak öyleydim. Fikret Bey hatalarıma tolerans gösterip her zaman yanımda oldu, ilerlemem için destek oldu.

Bu “ilerleme” ibaresi iki açıdan söz konusu idi.

Birincisi mühendislik mesleği açısından. Elimdeki işi başardığımda Fikret Bey bir sonraki görev olarak her zaman biraz daha kapsamlı ve yeni bir alanda işler verdi. Örneğin filtreler konusunda başarılı olunca bunların kullanıldığı sistemin yeni modelinin -KTT05 olarak anardık- geliştirilmesini bana verdi. Bunun ardından kalın film mikro elektronik teknolojisinin ARLA’ya kazandırılması, ardından İnce Film Teknolojisi, ardından Sistem12 teknoloji transferi … Bu böyle gitti.

İkinci husus ise, o kadar keyifli değil. Türkiye’de yönetici olmadan sadece mühendislik yaparak tatminkar bir maaş almak mümkün değil. Hele devlet memuru iseniz hiç mümkün değil. İlle de başmühendis olacaksın, müdür olacaksın.

Fikret Bey gelir düzeylerimizi düzeltmek için de çaba harcardı. Gerek bu şekilde verilen ünvanlar ile, gerekse daha geniş idari sorumluluklar yükleyerek yapardı bunu, öyle de olmak zorunda. Bugün dahi, sadece Türkiye değil, dünyanın büyük bölümündeki az gelişmiş ülkelerde mühendisliğin katma değeri tatminkar bir ücrete karşı düşemiyor.

Sonuçta ben, pek çok şey ile birlikte, yöneticiliği de zaman zaman çuvallayarak iş başında öğrendim. Genel müdür yardımcılığı seviyesi olan direktörlüğe kadar geldim. Direktörlüğe atanmam Fikret Bey’den sonraki yönetim zamanında oldu, ama bu noktaya gelebilmem onun sayesinde olmuştu.

Ben yeni patronlarımız olan Alcatel yönetiminin gözünde de yıldızı parlayan bir yönetici idim. Bunu değerlendirmek artık bana kalmış bir şeydi. Fikret Bey eline aldığı bu toy delikanlıyı üst düzey görevlere taşıyacak itekleme, teşvik, sabır ve rehberliği esirgememiş idi.

Fikret bey hepimizi çocukları gibi görürdü. Aramızda ARLA döneminde işe başlamış olup da kulağını çekmediği kimse yoktur. Bazan şaka yollu kulak çekmelerden çok daha sert azarlamalardan da kurtulamazdık. Bunlardan benim de maruz kaldığım ilki, askere gitmemizin arifesinde idi. Bir başka bölümde anlattığım gibi 4-5 mühendis arkadaş, o hafta sonu askere gidip teslim olacaktık.
Cuma öğleden sonra ARLA nın ortadaki araştırma alanında toplanmış, güle şakıya sohbet ediyorduk, biraz da sesli bir şekilde. Birden Fikret Bey arkamızda belirdi, çok öfkeliydi.
” Ellerinde gitmeden önce bitirmeleri gereken işler varken …” diye başlayarak bizi iyice bir haşlamıştı. Süklüm püklüm hepimiz yerlerimize dönüp, her ne işimiz varsa 4 ay sonra devam edilecek şekilde toparlamaya girişmiştik.

Bir başka esaslı azarlanmam yıllar sonra, 1980 lerin sonlarında olmuştu. Fabrikanın büyük tadilat ve bakım işleri yazın toplu tatil dönemlerinde yapılırdı. Ben İleri Proses ve Endüstri Mühendisliği Müdürü idim. Genelde teknolojik yatırımların planlanmasında ve uygulanmasında yer alıyordum. O sene, baskılı devre üretim hattında kurulacak kuru film bölümü için bir yerleşim değişikliği ve modernizasyon çalışması yapılacaktı, ben de bu değişikliğin uygulamasından sorumlu idim.

Herkes izne ayrıldı, işletme tatil edildi, ben ve işi yapacak bakım ekipleri kaldık. Baskılı devre atölyesinin o bölümü sökülüp kaldırıldı, yeni bölmeler yapıldı, kuru film teknolojisinin gerektirdiği tozsuz ve sarı odalar inşa edildi. Makinalar yerleştirilip kuruldu, iş tamamlandı. Tatil dönemi bitip insanlar döndüğünde her şey üretime hazır durumdaydı.

İşi kazasız belasız zamanında yetiştirdiğimiz için çok memnundum. Fikret Bey de gelir gelmez yeni yapılan atölyeyi gezmiş, ben yanında değildim. Yerine döner dönmez beni ve elektrik, mekanik bakım müdürlerini yanına çağırdı. Gittik, kendisini öfkeden küplere binmiş vaziyette bulduk. Fikret Bey’i böyle kızdırmanın ne demek olduğunu tanıyanlar bilir. Bölmelerin yapımında seçmiş olduğumuz malzemeye kızmış. MDF kullanmıştık, aslında bakım müdürümüz bana bu malzemeyi anlatıp onayımı almıştı; modern, kimyasallara, suya, yangına mukavim güzel görünümlü, kolay işlenen bir malzeme olduğunu söylemişti. Ama ahşap esaslı bir malzemeydi. Fikret Bey, bunun nasıl olupta yangına mukavim olabileceğini sorup, böyle saçma bir seçimi nasıl yapmış olabileceğimizi gayet güzel ifade etmiş ve bizi yanından kovmuştu. Yapılan işin nihai sorumluluğu da bendeydi.

Neyse ki bu olay, o yediğimiz zılgıt ile sınırlı, kaldı, öfkesi geçince kin tutmazdı, gelip kulağımızı çekerek gönül alırdı.

Fikret Bey’in bu tür gazabına uğramayan arkadaşımız yoktur sanırım.

ARLA nın araştırmacıların çalışma masalarının olduğu büyük orta alan, çepeçevre bir koridor ile çevrili idi. Bu koridoru araştırma salonundan ayıran duvarın, yerden 2-3 metrelik kısmı kapalı, geri kalan kısmı tavana kadar ulaşan bir faraday kafesi idi. Koridorun diğer duvarında ise dış cepheye bakan yönetim ve destek servis odalarının kapıları vardı. Bu odalardan birisi de Fikret Bey’in odası idi. Yani Fikret Bey odasından çıktığında araştırmacıların seslerini duyabilir, biz de onun ayak seslerini, sigara öksürüğünü duyabilirdik. Bu bir alarm sinyali idi, aramızdan birini kurban vermek üzere olduğumuz anlamına gelebilirdi. Neyse ki çoğu zaman işleri takip etmek için, merak ettiği gelişmelerden bilgi almak için yanımıza gelirdi.

Fikret Bey’in beni araması ya da yanıma gelmesi beni hiçbir zaman korkutmamıştır. Tersine her zaman kendisiyle paylaşacak, onun da ilgisini çekeceğinden emin olduğum şeyler olurdu, geldiğine sevinirdim. Sayılı birkaç olay dışında onu kızdıracak vukuatım olmadı.

Son yıllarımda Sistem12 projesi projesini yönetirken yeteri kadar yırtıcı olmadığımdan, çekingen olduğumdan dolayı beni eleştirmişti. Yeterince hırslı olmadığımı daha sonraları da dile getirmişti.

Fikret Bey, Yönetim Kurulu Başkanlığı döneminde Bağdat Caddesi’ndeki bir ofise taşınmış, bizler geride kalmıştık. O zamanlarda da şirketin birikimini yeterince kollamadığım için bir kırgınlık duyduğunu hissettirmişti.

Ama bu son eleştiriler, yukarıda da ifade ettiğim gibi karakterimle ilgili olduğundan, uğraşmasına, bana fırsatlar vermesine rağmen geliştiremediğim yönlerim olarak kaldı.

Ben ARLA-TELETAŞ sonrası yıllarda da daima uzlaşmacı, orta yol arayan, kimilerine göre de tavizkar bir yönetici oldum.

SELİM ALGUADİŞ

Selim Bey ile TELETAŞ sonrasında, TESTAŞ Fizibilite raporunun sunumu esnasında tanışmıştık. O tanışmadan kısa bir süre sonra EKA ailesine katıldım.

Bu benim ilk orta ölçekli şirket tecrübem idi. Büyük şirket birikimim ile onlara yararlı olabilecektim.

Ama sonuçta ben de Selim Bey’den çok şey öğrendim. Herşeyden önce, hayatın büyük ölçekli, çok uluslu kurumsal şirketlerdekinden çok farklı olabileceğini gördüm.

Selim Bey tanıdığım en zeki insanlardan birisidir. Sadece teknik açıdan değil, iş yönetimi ve ticari konulara yaklaşımı açısından da deneyimli ve donanımlı idi.

Kendisiyle işe yaklaşım açısından bir uyum yakaladık. Bana, EKA Üretim AŞ nin yönetimini verdi. 2 yıllığında da olsa ilginç bir dönem yaşadım.

Karşıma Siemens’de kaçıramayacağım bir iş fırsatı çıktığında kendilerinden ayrıldım. Selim Bey de, iyi ki karşılaşmışım, birlikte çalışma fırsatım olmuş diye düşündüğüm insanlardandır.

DR. ZAFER İNCECİK

Dr. Zafer İncecik ile TELETAŞ’ta iken birlikte çalışmış ve iyi dost olmuştuk.

Fikret Bey, günün birinde bana, “Zafer İncecik bize katılıyor, iyi bir transfer değil mi, ne dersin?” diye sordu. Zafer Bey’i şahsen tanımasam da kendisi hakkında bilgim vardı, Almanya’da SIEMENS’de çalıştığını ve yarı iletken teknolojisi konusunda uzman olduğunu biliyordum. Üniversiteden de hayal meyal hatırlıyordum.

Bizim de ARGE bölümünde özel tümleşik devre tasarımı için planlarımız vardı. “Elbette, iyi olur” diye yanıtlamıştım. Fikret bey devam etmiş “Onu senin pozisyonuna atayacağım, ama” demişti. Soruyu bana yöneltmesinin sebebi anlaşılmıştı. O günlerde ben İleri Proses ve Endüstri Mühendisliği Müdürü idim. Bir an afalladım, “bence sorun olmaz” demiştim. Fikret Bey “endişelenmedin mi?” diye sormuş, ben de “Hayır, ben kendime güveniyorum” diye yanıtlamıştım, ama aslında durumu tam olarak kavrayamamıştım. Bunun üzerine Fikret Bey, “İyi de, bana da güvenmen gerekiyor” demiş, konu orada kapanmıştı. Bu esnada aynı arabada şirket dışında bir yere gitmekteydik. Gerçekten de Fikret Bey haklıydı, endişelenmememin nedeni onun benim için de bir çözüm düşünmüş olacağına güvenmem idi. Sorusuna yanlış yanıt vermiştim, doğru yanıt, “size güveniyorum” olmalıydı.

Şirkete döndükten sonra Fikret Bey beni kendisine rapor veren bir pozisyon olan Kalite Müdürlüğüne atayacağını, ilk görevimin de AQAP4 sertifikasının alınması olduğunu bildirdi. Bu benim için bir terfi anlamına geliyordu. Zafer Bey ile karşılıklı odalara yerleşip çalışmaya başladık. Bundan sonra da dostluğumuz pekişerek gelişti.

Zafer Bey, üstlendiği misyonu başarı ile yürüttü, ARGE biriminde bir yarı iletken tasarım bölümü oluşturuldu ve araştırmacılar PCM sistemleri için tasarımlar yapmaya başladılar. Zafer Bey bu ekibe ivme kazandırmak üzere Volkan Özgüz’ü de transfer etmişti.

İzleyen yıllarda Alcatel’in TELETAŞ yönetiminde baskın hale gelerek yarı iletken tasarım bölümünü kapatmaya kalkışması ile Zafer Bey, günün birinde bana “Ben TELETAŞ’tan ayrılıyorum, buraya bir Türk şirketinde çalışmak üzere gelmiştim, eğer yabancı bir şirkette çalışacaksam eski şirketim SIEMENS de çalışırım daha iyi” demişti. Üzülmüştüm.

Ve Zafer Bey o zamanlar bir SIEMENS-KOÇ ortaklığı olan SİMKO ya gitti. SİMKO daha sonra KOÇ’un ortaklıktan çekilmesiyle %100 SIEMENS sermayeli bir şirket haline geldi, adı da SIEMENS olarak değişti.

Zafer Bey, soyadı gibi ince, nazik, güler yüzlü, kıpır kıpır enerji dolu bir insandı. Alman ekolünden yetişmiş birisi olarak lafını da esirgemez, doğru bildiğini kimseden çekinmeden söylerdi.

Hayata ve işe yaklaşımlarımız birbirine uyuyordu, ailece de görüşüyor, birlikte iken çok güzel vakit geçiriyorduk. SIEMENS’e gittiğinde haberleşme biriminin yönetimine atandı.

Zafer Bey’in gidişinden iki yıl kadar sonra TELETAŞ’ta benim de suyum ısındı. 1994 Temmuz ayında da ben ayrıldım.
Bunun ardından Zafer Bey’in ayarladığı bir randevu ile SIEMENS de Mehmet Sabuncu ile bir iş görüşmesi yaptım. Mehmet Bey bana Türki Cumhuriyetlerde bir görev önerdi, ama ben yurt dışında çalışmak istemiyordum.

Bunun ardından bir özel girişim macerasını takiben EKA Şirketler Grubu’nda çalışmaya başladım.

1996 da SIEMENS, Tafics ihalesini kazandı. Proje SIEMENS için çok önemliydi, bunun için bir proje yöneticisi gerekiyordu.
Benim proje yönetimi tecrübem, hem de haberleşme teknolojilerine aşinalığım vardı. Daha da önemlisi Zafer Bey benim ne yapıp ne yapamayacağımı gayet iyi biliyordu. Ben de 20 yıldır büyük şirket ortamına alışmıştım ve devamını da öyle getirmeyi tercih ediyordum. Sonuçta karşıma çıkan bu fırsatı değerlendirerek Temmuz 1996 da SIEMENS ailesine katıldım.

Bunu SIEMENS de geçen 20 güzel yıl izledi.

Ben SIEMENS’de işe başladığımda Zafer Bey telekomünikasyon biriminin başında idi. O yıl genel müdürlüğe atandı.

SIEMENS Türkiye gibi bir devin yönetimine gelmek, üstelik bunu, bayrağı bay Hornfeld gibi idol haline gelmiş bir kişiden devir alarak yapmak cesur bir atılımdır. Atamanın duyurulduğu törende Zafer Bey’e “ateşten gömlek giydin” demiştim.

Zafer Bey’in genel müdürlüğe gelişinden sonra kendisi ile temaslarımız iş vesilesi ile olmaya başladı. Ama Kartal’da personel yemekhanesinde herkesle birlikte sıraya girip tepsisini ve yemeğini aldıktan sonra gelip yanıma oturur, orada biraz sohbet edebilirdik.

Zafer Bey bu çetin görevi 11 yıl başarı ile yürüttü, görevi Hüseyin Gelis’e devrettikten sonra şirketin yönetim kurulunda yer aldı. 2010 da da Sabancı Holding Yönetim Kurulu’na katıldı.

Ben, Zafer Bey’in Genel Müdürlükten ayrılmasından sonra da SIEMENS de Proje Yöneticisi olarak çalışmaya devam ettim. Sonuçta, onu ilk göreve getirilişimden dolayı mahcup etmediğimi düşünüyorum.

Prof. Dr. DURAN LEBLEBİCİ

Sn Duran Leblebici Üniversite’de iken sevdiğim hocalarımdandı. Hem verdiği dersler ilgimi çekiyor, hem de tarzına ve öğrencilere yakınlığına sempati duyuyordum.

Elbette dersler esnasında kendisinden çok şey öğrendim. Ama Duran Hoca ile asıl ilişkimiz mezuniyetten sonra ARLA da çalışırken oldu. Üniversite-Sanayi ilişkilerine önem veren, bu ilişkileri geliştirmek için aktif çaba gösteren bir bilim adamı idi. Fikret Bey ile de temas halinde idi.

Fikret Bey’in beni kalın film mikrodevre teknolojisi üzerinde görevlendirmesi ile Duran Bey ile yeni işbirliğimiz başlamış oldu. Üniversitede kurulmuş olan yarı iletken laboratuvarının bir köşesinde de araştırmacıların üniversite olanakları ile yapıp geliştirdikleri bir kalın film fırını, bir kalın film serigrafi baskı makinası vardı. Dirençler bir dişçi frezesi ile ayarlanıyordu. Teknolojiye ilk adımı atmak, başlangıç bilgilerini almak üzere oraya gitmeye başladım. İlk kalın film devre örneklerimi orada hazırladım. Bu esnada Duran Hocam ile sık sık görüşüyorduk. Yardımseverliği, espiri anlayışı ve mütevaziliği ile kendisini daha da çok sevmiştim.

Birkaç haftada atılan bu temel üzerine ARLA da kalın film mikrodevre teknolojisini başlatıp tam donanımlı bir seri üretim hattı haline getirdik. Teçhizat satıcılarından aldığımız kullanıcı eğitimleri dışında başkaca bir know-how a gerek kalmadan teknolojimizi oturtmuş olduk.

Duran Hocam ile daha sonraki yıllarda yarıiletken üretimi üzerindeki çalışmalarımız sırasında da temasımızı ve işbirliğimizi sürdürdük.

Eğer bugün Türkiye’de yarıı iletken üretimi konusunda birşeyler yapılıyorsa orada mutlaka Duran Hocam’ın parmak izleri vardır.

Prof. Dr. AHMET DERVİŞOĞLU

Ahmet Dervişoğlu da sevdiğim hocalarımdandır. Öğrencilerine yakın, güzel ders anlatan, disiplinli, idealist bir bilim adamı idi.

Benim kendisiyle asıl yakın ilişkim son sınıftaki bitirme projemi yürütürken gelişti. Bitirme projemi onun kürsüsünden almıştım. Düğüm denklemlerinin kurulması ve bilgisayarda çözümü için bir algoritma geliştirecektim.

Bu çalışma 6 ay kadar sürdü, bu süre içinde kendisi ile sık sık görüşerek gelişmeler hakkında bilgi veriyordum. Sn Doç.Dr. Cem Göknar da bana rehberlik ediyordu. Taşkışla binasındaki IBM1620 sık sık arıza yapıyor, bu yüzden projem aksıyordu. Sonunda proje başarı ile sonuçlandı. Hocam da çok memnun idi.

ARLA’da işe başlarken Fikret Bey’e referans vererek beni methetmiş, bunu sonradan kendisiyle yaptığımız sohbetlerde öğrendim. Ahmet Hocam da iz bırakanlardan birisidir.

ÇOCUKLUK ARKADAŞLARIM

GÜNGÖR GÜNGÖREN

Güngör Güngören ile ilk okul, Cemalettin Erişen ile de lise yıllarımdan itibaren başlayan arkadaşlığımız hala sürüyor.

Güngör ilk okuldan itibaren hayatımın her döneminde arada kısa kesintiler de olsa yer almış, beni etkilemiş bir çocukluk arkadaşımdır. Hem mahalle arkadaşım, hem ilkokul, ortaokul, lise, üniversiteden okul arkadaşım, hatta sonrasında ARLA TELETAŞ dan da mesai arkadaşımdır.

Güngör özel bir insandır. Çok çile çekmiş, acılar yaşamış, her şeye rağmen güçlüklerle mücadele ederek bugünkü konumuna ulaşmış bir insandır.

Güngör ile ilgi alanlarımız uyuşuyordu, ama ben onun özellikle sıra dışı olan hobi alanlarından ve başarılı olduğu konulardan söz edeceğim.

Güngör, ince el işlerinde ve resim’de çok başarılıdır. İnce el işleri deyince gerçekten inceyi kasdediyorum, adeta pirinç tanesine dua yazmak kadar ince işler.

Çocukluğumuzdan beri taşıt araçları maketleri yapardı. Şu sıralarda da favorisi olan tren modeleri yapıyor. Raylarıyla, motorları ile şanzımanları ile o kadar ayrıntılı, çalışan, yürüyen lokomotif minyatürleri yapıyor ki yakından fotosunu çekip büyüterek göstersem gerçek zannedersiniz.

İlk okuldan beri çok güzel resimler yapar ama son zamanlarda yaptığını görmedim.

Çocukluğumuzda da makinalara uçaklara meraklı idi. Tepemizden geçen uçakları motor seslerinden tanırdı.

Tatillerimizde de Güngörle çok vakit geçirirdik, birlikte Maltepe Kayalıklar’a denize giderdik. Güngör’ün müthiş bir sırt üstü yüzüş stili vardı. Sırt üstü yatar, ayaklarını çırparak suları köpürte köpürte saatlerce gezinirdi. Bu uzun yolculuklarda eşyalarını sıkıca bir poşete koyup, poşete bağladığı bir ip ile peşinde gezdirirdi.

En güzel tatillerimden birisini ortaokulda iken Ayvalık’daki teyzesinin yanına gittiğimizde geçirmiştim. Yaz boyunca kalmıştık. Ondan sonra Ayvalık her zaman benim tatil güzergahım üzerinde olmaya devam etti.

CEMALETTİN ERİŞEN

Cemalettin Erişen ortaokuldan itibaren okul ve mahalle arkadaşım oldu. Canlı ve espirili karakteri ile hayatıma renk katan bir arkadaşım idi. 70 Evler mahallesinde otururdu. Merak ve etkinliklerimiz açısından birbirimizin tamamlayıcısı idik diyebilirim. Cemalettin, çok daha sosyal, konuşkan, girişimci bir ruha sahip idi.

Geçmiş zaman kipleri kullandığıma bakmayın, halen görüşmekteyiz, bir şey değişmiş değil. Ben Ankara’da çalışırken, ısrar edip spor salonuna kayıt olmamı sağlamıştı, Ankara’da kaldığım 5 yıl boyunca akşamları spora gittim, squasha orada başladım.

Bir buluşmamızda hiç şikayetim olmadığı halde beni tutup dişçiye götürmüş, diş check-up’ı ısmarlamıştı. Başka kimin aklına gelir böyle bir ikram.

Benim hiç aklıma gelmeyen, gelse de girişmeyeceğim işleri akıl edip üzerine atlardı. Ankara’da bir arazi satın alıp ceviz yetiştirmeye başladı, bu Türkiye’nin ilklerinden birisi idi.

Cemalettin ile tatile de giderdik, girişkenliği sayesinde eğlenceli olurdu. Özellikle Çınarcık’a onunla giderdim.

Güngör ile ilk içkimizi onların evinde içmiştik. Genelde buluştuğumuzda yanımıza koyduğumuz piknik tüp üzerinde çay demlerdik, ama o akşam hadi biz de bir kafa çekelim dedik. Rakı içecektik ama yanında ne yenir onu dahi bilmiyorduk, mezeleri bakkala sorup öyle almıştık. Konserve sardalya ya da ton balığı olduğunu hatırlıyorum, gerisi peynir zeytin olmalı. O gecenin sonrasını şimdi hatırlamıyorum, içip sarhoş olmuş muyduk, yoksa ziyan mı etmiştik. Onlar hatırlıyorlarsa sorarım.

Hem Güngör hem de Cemalettin sigara içerdi, hem de hatırı sayılır miktarda. Çayın yanında sohbetle birlikte pek de keyifle tüttürürlerdi. Bu ergenlik yıllarımızda bana da çok ısrar ettiler, “ister zengin ol, ister fukara, her yemekten sonra yak bir cuvara” derlerdi ama ben bulaşmadım sigara işine.

BABAM

MEHMET ÖZBAYRAKTAR

Babamın hayatını kaleme aldığım ayrı bir yayın var. (Okumak için burayı tıklayınız) Ama burada, yani üzerimde önemli etkisi olan kişileri anlattığım yayında onu anmamak olmazdı.

Babama gün geçtikçe, yaşlandıkça daha çok benzediğimi hissediyorum. Ondan bilinçli bilinçsiz kopyaladığım çok şey var, bir de genetik miras var tabiki. Genetik olarak annemden daha fazla şey almışım babamdan. Anne tarafından kelliğimi almakla yetinmişim.

Babamdan aldığım, almadığım yönlerimi burada sıralamak istemiyorum, beni tanıyanlar zaten bilirler.

Ama, ondan aldığım karakter özelliklerinin çoğundan memnunum, iyi ki babam olmuşsun diyorum, nur içinde yat.

ANNEM

NEZAKET ÖZBAYRAKTAR

Bir anne için neler yazılabilir ki? Beni doğuran, mızmız bir oğlan iken zorla beslemeye çalışarak büyüten, üzgün olduğumda, benden yüz kat fazla üzüntü hisseden, çilekeş bir melek.

Annem, babamla birlikte gençliğini bir gelecek inşa etmek için harcadı.

Bir anadolu kadını olarak, gelirimizin nelere harcanacağı konusunda çok fazla söz sahibi olamadı, ama tutulan yolun doğru olduğu konusunda babama güvendi ve onu her zaman destekledi.

Fedakarlıkları sayesinde bir şeylere sahip olduk. Çocukluk gençlik hikayemde ne koşullar altında yola çıkıp nasıl ilerlediğimizi anlatmıştım. İşte o hikayenin her yerinde annem var.

Bu yayının sonu – S.Özbayraktar Mayıs 2020

2 Replies to “İZ BIRAKANLAR – KİŞİLER”

  1. Merhaba.
    Selçuk bey;
    Selim ALGUADİŞ i ararken sizin blog sayfanıza denk geldim.
    “Hayatımda iz bırakanlar” düşüncesi çok akıllıca ve çok değerli diye düşünüyorum. Birlikte bir çok insan ile etkileşimdeyiz. Sanırım bunların değeri geçmişte kaldıklarında ortaya çıkıyor.
    Tümünü severek okudum. Çok başarılı insanlar ile çalışmanız tesadüf değil, anladığım kadarıyla siz de onlardan birisiniz.
    Ben de Tescom UPS şirketinde 10 yıldır AR-GE’de çalışıyorum. Bu meslek ile ilgili sırada en sonuncu kişilerden biriyim. Benim böyle bir hikaye çıkarmam mümkün değil ama umarım sizin hayat hikayenizin benzerleri tüm ülkede çoktur ve dahada çoğalacaktır. Ülkemize sunduğunuz katkılar için kendi adıma teşekkür ederim. Selamlar.

    1. İlginiz ve yorumlarınız için teşekkürler Ali Bey. Başarı ve mutluluklar diliyorum.
      Selamlarımla,

Comments are closed.